Etiket arşivi: France

KUCUK SEHRIN BUYUK CILGINLIGI BRADERIE

Türkiye- Avrupa Birliği ilişkileriyle ilgili bir eğitim programı nedeniyle Fransa’nın Lille kentindeyim. Şansıma, Fransa’nın en kuzeyindeki bu küçük kentte  yılın belki de en hareketli zamanına denk geldim. Üç milyon kişinin katılımıyla gerçekleşen Braderie adlı festival tam da benim çalışmlarımın en yoğun olduğu döneme denk geldi. Kaldığım otel odasının camını, kapısını kapatmama karşın yine de gürültüden ve müzikten çıldırma noktasına gelince ben de güneşli bir eylül akşamüstünde attıyorum kendimi sokaklara ve eğlenceye dahil olmaya karar veriyorum.

Lobide karşılaştığım ve daha günler öncesinden bu karmaşanın beni nasıl şaşırtacağının sinyallerini vermiş olan Agora Otel’in sahiplerinden Bayan Safia D’Eliah beni görür görmez kapıda durduruyor. Otele geldiğim günden beri, beni anneannem gibi kollayan, hava kötü olduğunda odama çıkıp kazağımı almamı söyleyen, ya da gece geç saatte dışarı çıkarken etrafta serseriler olup olmadığını görmek için benden önce sokağı kolaçan edip bir tehlike olmadığında çıkmama izin veren bu sıcak kanlı, sevimli Fransız bu sefer de kimlik, pasaport, cüzdan ve paralarımı odada bırakmamı söyleyerek beni kapkaçcılara karşı uyarıyor.

Pazardan festivale

Sohbete düşkün güler yüzlü Safia’yla ayaküstü laflayayım derken festivalin tarihçesini de öğrenmiş oluyorum. ‘Braderie’ adı verilen bu olay, eskiden sadece soyluların oturduğu ‘Maison De Roi’ adı verilen evlerdeki hizmetçilerin kendilerine verilen kıyafetleri satmak ve değiş tokuş etmek için oluşturdukları bir pazardan ibaretmiş. Zaman içinde bu gelenek yemek, içki, müzik ve eğlenceyi de kapsayan bir etkinlik haline gelmiş. Günümüzde ise Fransa’nın kuzeyinde, Belçika sınırında bulunan Lille kenti, her sene Eylül ayının ilk haftasonu dünyanın dört bir yanından gelen antikacıların, İngiliz, Alman, Hollandalı, Belçikalı gezgin ve satıcıların akınına uğrar olmuş.

Safia yüzünü buruşturuyor ve senelerdir şehrin en merkezi Caddesi Rue de Molinel’de yaşayan biri olarak bu etkinlikten ne kardar şikayetçi olduğunu anlatmaya başlıyor. “Bu olay çok ticari hale geldi, eski sempatikliğini yitirdi. Eskiden yılın bu zamanı tavanaralarını boşaltma zamanıydı, insanlar kullanmadıkları eşyalarını değiş tokuş eder ya da satarlardı. Artık olay bir tüketim çılgınlığı haline geldi.” Çılgınlık kelimesini üzerine bastırarak ve gözlerini kocaman açarak söylenen Safia devam ediyor “Yiyecek, içecek tüketimi, yüksek sesli müzik, sokaklardaki çöp ve midye kokusu bazen tahammül edilmez oluyor.”

Şaşkınlığını dile getirmesi için konuşmasına gerek yok Safia’nın. Yaşlı kadının fal taşı gibi açılmış gözleri bu etkinliğin onu nasıl bir dehşete sürüklediğinin en güzel kanıtı. “İnsanlar çıldırmış, çıldırmış hepsi!” diye eliyle üst katları işaret ediyor. “Müşteriler bu olay için aylar öncesinden rezervasypon yaptırıyor ve gece üçte bile ellerinde fenerlerle tezgahlara bakıyorlar. Ne olduğunun hiç önemi yok. Bok olsa alırlar!”

Midye çılgınlığı

Ona hak vermemek mümklün değil çünkü pansiyon usulü işletilen bu küçük aile otelinde gece geç saatlerde gelen müşteriler Safia’nın kapısını çalmak zorundalar. Zavallı yaşlı kadın da Braderie boyunca geceleri uyumadan nöbet bekliyor bu durumda. Gerçi ben de ondan çok farklı değilim. Otel sahibi olmasam da gürültüden ve ağır midye kokusundan ben de gece üçlere kadar zorunlu nöbetteyim. Safia’ya dikkatli olacağıma dair söz veriyorum ve kendimi savaşa gider gibi hissederek Lille sokaklarına atıyorum.

Otelin kapısını açmamla birlikte yüzüme çarpan sıcak hava ve ağır midye kokusuyla sersemliyorum. Benim gibi deniz ürünlerinden pek haz almayan biri için sıcak ve midye kokusu pek de iç açıcı bir bileşim olmuyor doğrusu. Fransanın meşhur brasserieleri yani dünyada kahvaltı ve alkolun aynı mekanda servis edildiği tek kafe türü bu dönemde caddeye yerleştirdiği masa ve sandalyeleriyle kapasitelerini arttırıyor ve ek personel alıyor. Caddedeki kalabalığı anlatmama imkan yok. Normal haliyle günün en hareketli saatinde bile sadece üç beş insanın yürüdüğü sokakalar tıka basa dolu. İstanbul’un salı ve perşembe pazarlarının kalabalığının bütün bir şehre yayıldığını düşünün. Buna bir de sıcak, çöp ve midye kokusunu ekleyin yükses sesli müziği de yanına koyun. Nasıl bir işkence olduğunu anlayacaksınız.

Nedir bu midye çılgınlığı bu Braderi zamanı onu da anlatayım. Bu festivalin en büyük yarışması şehirdeki restoranlar arasında gerçekleşiyor. Hepsi en fazla midyeyi satmak için birbiriyle yarış halinde. Müşterilerce afiyetle yenilen sümük kıvamındaki haşlama midyelerin leş kokulu kabukları restoranların önüne boşaltılıyor. Hangi restoranın önündeki midye kabuğu piramidi daha büyükse o restoran yerel gazetelere braderinin şampiyonu olarak konuk oluyor. Bu arada yerel gazete deyip geçmemek lazım. Türkiye’de yerel gazeteler yaygın olmadığından Fransa’da bu kavramın ne kadar önem taşıdığını bilemiyoruz, ancak Fransda’da bazı yerel gazetelerin tirajları milli gazetelerin tirajlarını katlıyor.

Festivalin yıldızı yerliler

Yazlık kıyafetler içindeki cıvıl cıvıl insan kalabalığını yararak ilerliyorum. Şehir gerçekten de dev bir pazara dönüşmüş, tezgahlarda dondan sutyenden şekere, antikadan, elektroniğe her türlü malzeme mevcut. Bando ekipleri, kostümlü animasyon ekipleri de kalabalığın rengine renk katıyor. Bazı sokaklara girmek çok tehlikeli, çünkü giriyorsunuz ve kalabalığın içine saplanıp kalıyorsunuz, ne geri çıkabiliyor, ne kıpırdayabiliyorsunuz. Yapacağınız tek şey öylece meçhul bir vakte kadar beklemek. Koku ve sıcakta bu bekleyiş tabii ki çıldırma sebebi. Yaşlılar özellikle bu günlerde evlerinden çıkmamaya dikkat ediyorlar sanırm. Onlara hak vermemek mümkün değil.

Festivalin başladığını Ekvator yerlilerinin unutulmaz müziklerini duyduğum anda anlamıştım. Şimdi kalabalığın arasında zar zor ilerleyerek bu yerlilere yakından bakma fırsatı buluyorum. Yere atılan bir hayvan postu etrafında yaptıkları danslarla dikkat çeken etnik kıyafetler içindeki yüzleri boyalı uzun saçlı insanlar Braderie’nin en ilgi gören grubunu oluşturuyor. Ancak yalnızca üç şarkılarının olması, bunların gece üçe kadar ara verilmeksizin çalınması gerçekten tahammül edilmez olabiliyor.

Her köşede bir dönerci

Kalabalığın içinde en çok izdihama yol açan şeylerden biri de kebap. Lille’de midyenin dışında yılın her döneminde tercih edilen bir yemek bildiğimiz ekmek arası döner. Türk kebapçılar, Fransa’nın her yerinde kapılmadık köşe başı, sokak bırakmamış. Girdiğim her sokakta en az bir, en çok dört dönerci gördüm şu ana kadar. Bizim otelin karşısında da Ankara isimli bir kebapçı var. Acıktığımı hissedip Ekvator yerlilerinden uzaklaşıyorum. Kırmızı kıyafetli bando ekibini ve etrafını sarmış olan yerel kanalların kameralarını geçip, Ali’nin restoranına vardığımda önündeki kuyruğun, emekli maaşı kuyruklarına benzediğini fark ediyorum. Gerçekten dehşet verici bir manzara. Ama midyedense bence de kebap bu ilgiyi gerçekten hakediyor.

Ali, 15 senedir Fransa’da Lille’de yaşayan genç, iki çocuk babası şirin mi şirin bir Türk. Bir aylık Fransa seyahatimde bana her konuda yardımcı olan, sohbetine doyamadığım bir arkadaş. Döner standının önünde, elinde elektrikli bıçağıyla kan ter içinde kalmış bu sıcakta. Beni görünce soluklanacak fırsat bulmanın mutluluğuyla, işi çıraklara bırakıp yanıma geliyor. Soğuk birer kola eşliğinde sohbet ediyoruz.

Ali yorgunluktan bitmiş, anlatıyor: “Braderie önceden üç gündü şimdi tüm kalabalık iki güne yığılıyor. Bu olay bize çok büyük maddi destek sağlıyor çünkü tam vergi ödememiz gereken bir döneme denk geliyor.” Bu arada Braderie’nin ilk gününde 70 kilo döner sattıklarını da ekliyor. Ali’yi fazla tutmuyorum ve Ankara Restoran’ın hemen karşısındaki otelime geri dönüyorum. Braderie iyi hoş da sanırım en güzeli bu tantanayı otelin penceresinden izlemek. Ama caddenin karşısına geçip otele ulaşmak da sanırım bir yarım saatimi alacak.

Eylül 2005

BRETON BOLGESI’NDE ZAMAN YOLCULUGU: ST MALO VE MONT ST MICHEL

Fransa’nın Breton bölgesi bize eşsiz bir zaman yolculuğuna çıkardı. Bir liman
kenti olan St. Malo’da korsanların dünyasına, kente yaklaşık bir saat mesafedeki Mont St. Michel’deki manastırda ise keşişlerin dünyasına tanıklık ettik.

Fransanın batı kıyılarındaki yolculuğumuz devam ediyor. Bu kez daha güneyde
Breton bölgesindeyiz. 6. yüzyılda Galli bir keşiş olan St Malo tarafından kurulan
küçük bir kıyı kentine düşüyor yolumuz. Kentin ismi kurucusuyla aynı. St Malo’lular
13. yüzyılda korsanlıkla ün yapmış. 16. yüzyılın sonunda ise denizden gelen
zenginlikleri paylaşmamak için 4 yıl süren bir bağımsızlık macerası yaşamışlar.
Fransa’nın kalbur üstü ailelerinin yazlık evlerinin bulunduğu geniş caddelerde
dolaşarak otele yakın bir yerde ilk geceki akşam yemeğimizi yedik. Ertesi sabah
uyandığımızda yağmur çiseliyordu. Yine de belirlediğimiz takvimin dışına çıkmak
istemedik. Planımız St Malo’dan yaklaşık bir saat uzaklıktaki Mont St Michel’e
gitmekti.

Sis ve yağmur eşliğinde seyahat

Bavul dolusu yazlık giysinin arasından en kalınlarını seçerek yola koyulduk. Ancak
yolda yağmur şiddetini artırdı, üstüne bir de sis bastırınca seyahat iyice zorlaştı.
Sonunda sisin ardından tüm heybetiyle masallardan fırlamış dev bir şatoyu andıran
manastır göründü. Sis nedeniyle görüşümüz çok net olmasa da manzara bizi
fazlasıyla heyecanlandırmaya yetti. Surlarla çevrili adacığın üzerinde yükselen dev
yapı Fransa’nın en değerli kültür miraslarından biri.

Sırılsıklam olmak pahasına vakit kaybetmeden arabadan inip manastıra doğru
koşmaya başladık. Surlardan içeri girer girmez kendimizi bir mağazaya attık ve
üzerimize kalın giysilerle yağmurluk aldık, böylece tam teçhisatla yolumuza devam
ettik.

Gel-git’in en şiddetli yaşandığı yer

Surlarla çevrili adacık yaz aylarında her ne kadar turist akınına uğrasa da aslında
nüfusu sadece 40 kişi. Ada Fransa’da gel-git olayının en güzel gözlemlendiği yer.
Özellikle bahar aylarında yaşanan gelgitler sırasında sular 15 kilometre çekilip
hızla geri gelebiliyor. Surlardan içeri girerek ilerledikçe ve yavaş yavaş manastırın
içine doğru merdivenleri çıkmaya başlayınca uçsuz bucaksız uzanan okyanusun
görüntüsüyle adeta büyülendik. Suların adaya yakın kısımları suların çekilemsinden
dolayı çamur-yosun kıvamı yığınlarla doluydu. Önümüzde gökyüzüyle birleşen
sonsuz mavilikten gözümüzü almayı başarınca gezimize devam ettik. Bu sırada
öğrendik ki üzerinde bulunduğumuz adanın adı “Mont Tombe” yani mezar tepesi.
708’de Normandiya’nın yerel komünlerinden biri olan Avranş’ların psikoposu
buraya bir manastır kuruyor. 10. yy’daysa buraya Benediktin’ler yerleşiyor ve
surların ardında yavaş yavaş bir köy yükseliyor. Surların genişletilmesi 14. yy’ı
buluyor. Surlarn ardındaki yapı 100 Yıl Savaşları sırasında ise kale görevi görüyor.
Yani karşımızdaki bir manastır olmasının yanı sıra aynı zamanda askeri bir yapı.
Manastırın yüzyıllar boyunca karayla tek bağlantısı sadece gel git zamanında sular çekildiğinde sağlanmış. Bugün ise bir otoyolla adanın karayla bağlantısı sürekli olarak sağlanmış bulunmakta. 

Ada UNESCO’nun koruması altında

1789 Fransız devrimiyle birlikte adaki dini topluluğun dağılmasıyla manastır,
hapishane olarak kullanılmaya başlanmış. Mont St Michel, 1979’dan itibaren
UNESCO’nun kültür mirası listesinde. Manastır Fransa’nın Normandiya ve Breton
bölgeleri arasında da paylaşılamıyor. Her iki taraf da bu kültür mirasını sahiplenmeye
çalışıyor. Manastırı gezerken keşişlerin ibadet ettikleri kilise ve şapelleri, konuk
ağırladıkları bölmeleri, yemek yedikleri ve dua ettikleri yerleri görüyoruz. Üç katlı
manastırı gezerken ve önünüzde boylu boyunca uzanan maviliğe dalıp giderken
kendinizi ortaçağ’da hissetmemeniz mümkün değil zira adacık gerek coğrafi
yapısı gerekse üzerindeki ihtişamlı manastırla gerçek dünyadan fazlasıyla uzak.
Zaman zaman dışarıdan dolaşan merdivenler aracılığıyla manastırın üst katlarına
tırmanırken yağmur artık çığrından iyice çıkıyor. Merdivenlerden şelale gibi akan
suların yüksekliği neredeyse bileğimizi buluyor.Turistlerin bir kısmı sırılsıklam olan
ayakkabılarını çıkarmış, manastırın içinde çıplak ayakla geziyorlar. Mont St Michel
gezimiz yağmurun da eşliğiyle tam bir maceraya dönüşüyor.

Vauben’in surları ve St Malo

Ertesi günümüzü St Malo’yu keşfetmeye ayırdık. Otelimiz, şehrin nisbeten
daha yeni bölgesindeydi. Ancak esas zenginlik tabii ki eski şehirdeydi. Surlarla
çevrili eski şehir, 2. Dünya Savaşı sırasında yıkılsa da restorasyonu büyük ölçüde
tamamlanmış. Kentin kıyılarını neredeyse boydan boya saran surların yapımına 12.
yy’da başlanmış, surlar 18. yüzyılda Simon Garangeau tarafından genişletilmiş.
Sur ve kaleleri anlatırken Vauben’den söz etmemek olmaz. Garangeau’nun hocası
Vauben Fransa’nın sınırlarının korunması üzerine uzmanlaşmış bir mareşal. Yaşadığı
dönemde yüzlerce surun yenilenmesini sağlayan Vauben çok sayıda yeni kalenin de
mimarı olmuş. İşte St Malo’daki surlar da Fransa’nın batı kıyılarındaki bu savunma
sisteminin bir parçası.

Kentin kıyılarını çevreleyen surların üzerinde yürümek, sahil şeridini, bölgedeki adacıkları ve birbirinden görkemli binaları incelemenin en güzel yolu. Sahil şeridi boyunca uzanan malikaneler dönemin soyluları ve armatörleri tarafından yaptırılmış.
Sadece surlar üzerinde yapılacak bir yürüyüşle bile insanın 50 bin nüfuslu bu kent hakkında yeterince izlenimi oluyor. Kentin görülmeye değer noktalarından biri de Plage de l’Eventail’den ulaşılabilen Fort National. Bu kale de yine Vauben tarafından 1693’te inşa edilmiş. Kaleden bölgedeki adacıklar ve St Malo’nun kıyı şeridi
panaromik olarak görülebiliyor.

Chateaubriand’ın memleketi

Bölgenin önemli adaları “Grand Bé” ve “Petit Bé” olarak adlandırılıyor. Grand ve
Petit, büyük ve küçük demek Bé sözcüğünün anlamı ise çeşitli yerlere dayanıyor.
Bretonlar için “Bé” mezar anlamına geliyor. Sözcüğün Osmanlı İmparatorluğunda
bir soyluluk ifadesi olan “Bey” sözcüğünden geldiği de rivayet edilmekte. Grand Bé,
romantisizm’in kurucusu olarak bilinen ünlü Fransız yazar Chateaubriand’ın mezarına
da ev sahipliği yapıyor. Chateaubriand St Malo’nun en önemli değerlerinden biri.
Yazarın doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği evler bugün otel olarak hizmet veriyor.
Petit Bé adasında ise yine Vauben tarafından tasarlanmış kaleyi görmek mümkün.
St Malo Şatosu ve St Vincent Kaedrali de kente yolunuz düşmesi halinde görmenizi tavsiye edebileceğimiz yapılar arasında. Şato, korsanlara ilgi duyanların ilk durağı olabilir, zira bugün müze olarak kullanılan yapıda St Malo’nun ünlü korsanlarının tarihçesi anlatılıyor.

Not: Bu yazı 26.07.2011 tarihinde Milliyet Cadde’de yayımlandı.